PERDELENMİŞ GERÇEKLER
Hiç simülasyona gittiniz mi bilemiyorum. Orada her şey gerçekmiş gibi oluyor. Mekâna girip oturuyorsunuz. Üç boyutlu olarak filmi izlemeye başlıyorsunuz. Filmde diyelim yılanlar var, böyle ayağınızın dibine geliyor gibi oluyor, orada bir takım cihazlarla ayağınıza hava falan veriliyor, siz de gerçek olmadığını bildiğiniz halde korkuyorsunuz. Çünkü içeri girmeden önce böyle olacağını biliyordunuz. Bir başka ifadeyle dışarıda bir hayatın olduğuna yani kendi gerçeğinize sahiptiniz. Ya bir de kendi gerçeğiniz olmasaydı, yani hayatı o simülasyondaki hayattan ibaret zannetseydiniz neler olurdu? Tabi benim niyetim, sizi oradan alıp gerçek zannettiğiniz hayatın bir simülasyon olup olmadığı sorgulamasına getirmek. Eğer sizi iyi bir şekilde inandırmışlarsa bu yazıyı okumaya devam etmeyeceğinizi düşünüyorum. O inandığınız şeylerin elinizden uçup gideceğini düşüneceksiniz ve bir takım sözlerle kendinize okumama gerekçeleri oluşturacaksınız. Neyse ben devam edeyim.
Misafirliğe gittiniz. Ev sahibi pijamasıyla uzanmış üçlü koltuğa, elinde gazetesi, bir yandan sizle konuşuyor, bir yandan da gazetesine göz atıyor. Misafirlikten dönerken kendi aranızda, "Adam bizi ne kadar da iyi ağırladı?" der misiniz? Ben demem. Neden demem? Çünkü benim misafirin nasıl ağırlanacağına dair bir bilgim var. Ortalık toplanmıştır ya da misafir odası açılmıştır. Adam güzel kıyafetlerini giymiştir. İnsanlar parfümlerini sürmüştür, ortalığa güzel kokular sıkılmıştır. Misafirlerin reisiyle ev sahibinin en ağırlıklı kişileri başköşeye oturmuşlardır. Diğerleri hiyerarşik bir şekilde kapıya doğru sıralanmıştır. Kapıya en yakın olan evin hanımı veya gelinidir. Ev sahipleri misafire karşı alttan alırlar, espriler komik bile olmasa gülerler. Misafir çocuk yere meyve suyunu dökse evin hanımı hoşlanmasa bile "çocuğa kızmayın, olacak." der. Kendi çocuğu dökse poposuna tokadı yer. Böylece misafirler iyi ağırlanmış olur.
Misafirlerin iyi ağırlanma kurallarını size ben bir kanundan mı yoksa kitaptan mı aktardım. Elbette hayır. Anam bana hamileyken bunların yapıldığını gözlemlemeye başlamışım. O gün bu gün benzer şeyler olmuş. İyi ağırlanmadığım zamanlar üzülmüş, bir daha o kişilere gitmemişim. Misafir odam olmadığı ve misafirlerimi o kurallara göre ağırlayamadığım zamanlar üzülmüşüm. Misafire iyi şeyler sunamadığım zaman kendimi adeta paralayıp daha fazla alttan almış ve o eksiklikten doğan dengeyi sağlamaya çalışmışım. İyi ağırladığım zamanlarda da misafirimi komplekse sokacak kadar havalı olmuşum, özgüvenli olmuşum.
Pekiyi başka ülkelerde bu durumlar nasıl olmuş? Gittiğim pek çok ülke vardır ve misafir odaları yoktur. Alman usulü diye bir deyim var. Bir arkadaşım anlattı. Bir Alman'a misafir olmuş. Ev sahipleri de bir şeyler yemek istemiş, pizza siparişi verecekler ve bizim arkadaşa da yemek isteyip istemediğini sormuşlar. Bizim arkadaşın da karnı tok. Önce istememiş. Onlar da pizzayı övmüşler ve beraber yemenin güzel olacağını falan söyleyip bizimkini ikna etmişler. Neyse pizza yenmiş. Sonra da pizza parası toplanmaya başlanmış. Evin hanımı veriyor, çalışan evlat veriyor ve tabi misafirin de ne kadar ödemesi gerektiğini sormuşlar. Bizimki de, "Madem kendi evlerinde ödemeyeceklerdi, benim yemem için neden ısrar ettiler?" diye kızıyor. Tabi bunlar bize ters şeyler. Mesela Batı'da birçok ülkede sizi partiye davet ediyorlar, ama herkes yemeğini kendi getiriyor. Onlar bu durumlarda üzülmüyorlar. Pekiyi hangisi gerçek?
Derler ki, "İnsanın gerçeği, algıladığıdır." Tabi ki algılar da oluşturulur. Oluşturulan o kadar çok şey vardır ki aklınız hayaliniz durur. Bizlerin algılarını oluşturmak için öyle yöntemler geliştirmiş, öyle çalışmalar yapılmış ki "pes doğrusu" dersiniz. 50 sene önceki otomobilleri görmüşsünüzdür, geniş geniştir. Şimdikiler? Kutu gibidir. Şimdiki otomobilin oturma bölümünün kaç metre kare olduğunu düşünün ve o metrekare içinde kaç saat yolculuk yaparsınız? Aynı büyüklükte bir mekânda kolay kolay oturmazsınız bile. Öyle bir salonunuzun olduğunu düşünün. Böyle pek çok şey vardır. Millet kavramı, ülke kavramı, üniter yapı kavramı, iyi kötü, doğru yanlış, eski yeni, değerli değersiz, ucuz pahalı kavramları. Hepsi böyle oluşturulmuş algılardır. Simülasyon mekanına girdiğinizde dışarıda farklı bir gerçeğiniz vardı ve içeridekilerin simülasyon veya oluşturulan algılar olduğunu anlıyordunuz. Diğer hususlar o kadar küçük yaşta başlar ve bir çok yöntemle size empoze edilir ki siz simülasyon mekanında doğmuş gibisinizdir. Bizler birbirimizi de bu şekilde algılarız.
Ben 11 yaşında görme yeteneğimi kaybettiğimde hayatımda çok şey değişti. Ben kör olduktan sonra da bendim ama insanlar farklı biriymişim gibi davranıyorlardı. Artık ebediyen mutlu olamayacaktım. Artık ebediyen işe yaramayacaktım, artık ebediyen birileri bana bakmak zorunda olacaklar, ben ise sadece ve sadece yük olacaktım. Evlenemeyecek, çocuğumu sevemeyecek, onu koklayamayacaktım. Her şey âhirete kalacaktı. İnsanlar özürlü kişilerin böyle olduğunu öğrenmişler ve bana da bu algıyı empoze ediyorlardı. Aslında çoğu yaptığının farkında bile değildi. Ne yapsınlar, bu yazıyı yazan ve okuyan pek çok kişi gibi kendilerine öğretildiği şekilde davranıyorlardı. "Nur topu gibi çok da yakışıklıymış ama ne çaresi var artık?", "Kendini gezdirecek kadar bari görebilseydi." "Dünyada en kıymetli şey göz." gibi pek çok tepki veriyorlardı. Hatta bu durumu bir takım sözlerle de güçlendirmişlerdi: "Gözünle görmeyince inanmayacaksın." Körlük hep kötü şeylerin adıydı, "kör kuyu", "kör bıçak" gibi. En komiği de şuydu: İnsanlar bir şeyi görmeyince, "Kör müsün!" diye kızıyorlardı. Ama aranan bir takım şeyleri kör olmama rağmen ben buluyordum. Demek ki insanlar gözleriyle görmeseler de Afrika diye bir yerin olduğunu, Dünya'nın Güneş'in etrafında döndüğünü, suyun hidrojen ve oksijen elementlerinden meydana geldiğini kalplerinin solda, beyinlerinin de kafatası içinde olduğunu biliyorlardı. Demek ki gözünle görmesen de bilebilir, inanabilirmişiz.
Bu hamur çok su götürür. Bu konu derin ve geniş bir konudur. Demem o ki, bizler gelin birbirimizi, çocuklarımızı, ailemizi en azından yakınımızdaki insanları bari başkalarının bize öğrettiği gibi görmeyelim. Gerçekten o kim? Bunu anlamaya çalışalım. Daha da acısı nedir biliyor musunuz? Kendimizi başkalarının öğrettiği gibi görmek.