14, 15 yaşlarında radyodan bir şey öğrenmiştim. Küçük bir kayıkta denizin ortasında kalan bir grup denizcinin suları bitiyor. Suyun içinde susuz kalınmayacağını düşünerek susuzluğu problem olarak görmemiştim. Meğer asıl problem oymuş. Deniz suyu içildikçe kandaki tuz oranı yükseliyor, kandaki tuz oranı yükseldikçe de su ihtiyacı artıyor. Sonunda ölüyorsunuz. Günlük hayatta yaptığım gözlemlerde benzeri bir olaya rastladım. O da turşu suyu. Susuzluğumuzu gidersin diye turşu suyunu içiyoruz, içtikçe tekrar susuyoruz. Yani susuyorsun içiyorsun, içiyorsun susuyorsun. Turşu suyu satıcısı mı olsak ne? Çünkü tüketim otomatiğe alınıyor. Sen susamış birine yeter ki bir bardak turşu suyu sat. Arkasından onlarca yüzlerce bardak suyu satmanız işten bile değil. Ama sonucu yok edici. Sadece turşu suyu mu böyle? O kadar çok şey var ki.
Bir ihtiyaç, ihtiyacın doğru şekilde giderilmemesi ve ihtiyacın tekrar doğması, tekrar yanlış şekilde ihtiyaç giderme ve bir kısır döngü. Böyle başka olaylar da var mı acaba? Evet, maalesef çok. Para da öyle mesela. İhtiyacınız var, para kazanıyorsunuz. Yeni ihtiyaçlarınız ortaya çıkıyor, sonra tekrar para kazanmak istiyorsunuz, tekrar, tekrar, tekrar bu kısır döngü devam ediyor. Fakirler hariç, "Bana bu kadar para yeter." diyen, hali vakti yerinde adama rastladınız mı? Ben çok nadir bir şekilde rastladım. Derler ya "Paranın ne önemi var, yeteri kadar olduktan sonra." İyi de ne kadar para yeterli? Bu sorunun cevabını kimse bilmiyor.
Ya karpuza ne dersiniz? Değerli bir abim kendi ağabeyinin bir sözünü aktarmıştı: "Karpuz doyuncaya kadar değil, bitinceye kadar yenir." O dünyaya benzeyen karpuz bittiği an sofradan kalkarsınız. Dünyaya da hiç doyan olmuş mudur? İntiharlar bile bir doyumsuzluğun sonucu değil midir? Bu tecrübeleri çok çok farklı alanlara uyarlayabilirsiniz ve bence hayata dair son derece önemli ilkeler, prensipler geliştirmek mümkün. Bir sporcunun veya bir takımın şampiyon olabilecekken kendi tercihiyle ve içinden gelerek üçüncü olmayı kabullenebilmesi ne kadar kolaydır ki. Aynı şeyi cinsel hayatımız, okul başarılarımız, kuyrukta beklemek gibi konularda da düşünebiliriz. Bu konuda en çarpıcı alanlardan biri siyasettir.
Siyaset nefis fakat nefse bir işkencedir. Hem turşu suyudur, hem karpuzdur. Partiler olarak yerel yönetimlerde iktidarsınızdır, merkezi idarede de iktidar olmak istersiniz. Belediye meclisinde çoğunluktasınızdır, başkanın da sizin partiden olmasını istersiniz. "Birazcık da diğerleri olsun" demeniz mümkün olamaz. Haklı veya haksız tartışmasına girmeden söyleyeyim ki, Amerika'nın Gürcistan'da yaptığı da budur. "Ben her tarafta söz sahibiyim, birazını da Rusya'ya bırakayım" demedi. Pekiyi fırsatını bulsa Rusya bırakır mıydı sizce? Elbette bırakmazdı. Türkiye imkân bulsa Türkiye de bırakmaz. Dedik ya bu iktidar, hem turşu suyudur hem de karpuz; bitmeden sofradan kalkılmaz.
Siyasetçilerin dünyası da parti ve ülke siyasetlerinden farklı değildir. Meclis üyesi olursunuz, ilçe başkanı, milletvekili olursunuz, fakat olunacak şeyler bitmemiştir. Bakanlıklar vardır. Daha yukarısını söylemeye dilim varmıyor. İçinizde bir ses sürekli size der ki "Bu işe en layık sensin." Dıştan söyleyen olmaz mı? Elbette ki olur. Fakat en layıksın diyen kadar layık değilsin diyen de olur. Ancak siz turşu suyu içtiyseniz, en layık olduğunuzu düşünmeye başlarsınız. Diğerlerini duymazsınız. Ya yok oluncaya kadar, ya da karpuz bitinceye kadar bu süreç devam eder. Pekiyi "Ben böyle olmak istemiyorum" diyenlere bir çare yok mu?
Eğer diyorsanız ki "Ben turşu suyu içe içe yok olmak istemiyorum." ya da "karpuz bitmeden de sofradan kalkmak istiyorum" Çaresi nedir? Çaresi Ramazan'dır. Gelmiş geçmiş ve dünyanın en meşru fiili yeme içmedir. Hatta zaruret halinde hırsızlıklar bile affedilen bir fiildir. Bu durumda, yiyecekler, içecekler arz-ı endam ederken bile dokunmuyorsak, içimizden "Şunları yesem mi acaba?" düşüncesi bile geçmiyorsa diğer sorunların üstesinden hayli hayli gelinir. Burada bir hususu da vurgulamak isterim: Eğer siyasetteysek, eğer para kazanmak durumundaysak karpuz bitince değil de doyunca kalkmak istiyorsak kendimize bir doyma kriteri belirlemek zorundayız bence. Eğer eskiden şu kadar saat çalışıyor, şu kadar iş üretiyor, şu kadar vatandaşın problemini çözüyorsak fakat şimdi ondan bilmem ne kadar daha az iş yapıyorsak demek ki biz siyasette fazlayız demektir. Hiç merak etmeyelim bizden daha iyi yapanlar gelecektir. Para kazanırken de birilerinin hakkını hukukunu görmezden gelmeye başlamışsak, çok kazanmak için birilerini yok etme durumu başladıysa bilin ki doyma sınırını geçmişiz demektir. Ondan sonra ki süreç bizim yokluğumuzun başlangıcıdır. Son cümlem de şu: Samimi niyetimizi sürekli muhafaza etmemiz gerekiyor.
|